Dolmuştaki radyoda çalan alaturka şarkı pek manidar. Yanımda oturan kadınla gayriihtiyari gülümsüyoruz birbirimize. Şu belediye seçimleri herkesi yordu.
Kadıköy Belediyesi’ne bağlı, “ekolojik yuva” diye anılan bir anaokulundan geliyorum. Çok iç açıcı bir yuva bu; sadece binasıyla değil, ortamı, ışığı, renkleri, güler yüzlü çalışanlarıyla da öyle. Daha yaklaşırken uzaktan görülen origami cephesiyle, eğimli çatı bahçeleriyle neşelendiriyor insanı. Çatıdan ışık alan, bahçeye açılan aydınlık bir holde otuz kadar küçük çocuk on beş, yirmi topla kuralları sürekli değişen bir oyun oynuyor. Kimse kimseyi itiştirmeden, kimi üç topu kucaklamış, kimi elindekini zıplatıyor, öteki peşinden koşuyor, birbirlerine atıp tutmaya çalışan var. Toplar da çocuklar da her yöne doğru hareket ediyor. Mutlu, huzurlu çocuklar bunlar. Ara ara gidip öğretmenlerine sarılıyorlar. Ben de nasibimi aldım bu muhabbetten. Şu duvarda asılı resimlerden birinin müellifi olan ‘örümcek adam grubu’ üyesi olduğunu sandığım Spider-Man tişörtlü arkadaş beni tanıdığına emindi. “Yok sanmam, tanışmıyoruz ‘paydırmen’cim,” gerçi bizim evde de eskiden küçük örümcek adamlar vardı. Bu kahramanlık tutkusu nesillerdir aynı ne de olsa.
Bahriye Üçok Çocuk Yuvası’nı görmeyi uzun bir yolun sonunda başardım. Kafamın kazan olduğu bir lodos gününde yolculuk başladı. Yatık bahar güneşi gözlerimi delip kafama saplanıyor, etraftaki gürültü beynimi iyice derinlere doğru oyuyor ve sokaktaki sigara kokusu da midemi bulandırıyor. Hey İstanbullular, sessiz olun ve güzel kokun, en azından lodos günlerinde.
Hedefim belediye binası. Yuva ziyareti işi o kadar kolay olmuyormuş. Belediyeden izin gerekiyor. Bir yuvaya izinsiz girilmesini asla beklemem zaten, ama izni belediyeden dilekçe ile istemek de biraz abartılı geldi. Merkezi sistem aşkından kurtulamıyoruz bir türlü. Telefonda son yönlendirildiğim kişiye “dilekçeyi hangi adrese mail atayım” diye sordum. “Atmayın” dedi, bizzat gidip yazı işlerinden kayıt numarası almam lazımmış. Gene bürokrasinin çarklarına kapılmak üzereyim. Belediyenin girişindeki halkla ilişkiler masasında Sağlık İşleri’nin yerini sorduğum görevli yüzüme gülümseyerek bakıp “yanımdaki arkadaşıma sorun” diyor. Yüzümü yanındaki arkadaşına çevirip tekrar soruyorum, o da öteki masaya gönderiyor. Tek ‘lodoszede’ ben değilim herhalde.
Lodosun üstüne resmi daire alerjim de azdı. Oradan oraya paslandıktan sonra dilekçemi vermeyi, kayıt numaramı almayı başarsam da bu sefer girdiğim kapıyı çıkmak için bulamadım. Altıgen planlı giriş holü benim için tam da bürokrasinin temsili gibi. Hangi koridora girip hangi kapıdan çıktığımı bilemeden dolanıp durduktan sonra kendimi dışarı atabildim. Kalabalık sokaklara vitrinlerin cazibesi taşmış. Bir gelinlik, bir ikinci el telefon, bir şövalye biblosu, hele hele bir ‘kup griye’ alamadan, aklım hepsinde kalarak önlerinden geçiyorum. Önümde yürüyen genç kadın elinden sıkıca tuttuğu çocuğunu üstüne gelen motordan zar zor kaçırıyor. Anne çığlık çığlığa, çocuk avaz avaz, motor çoktan gitti yoluna, biz kaldırımdakiler gerildik kaldık. Bu şehirde yürümek, —hele çocuklar için— ne zor.
…Çocuklar, projenin [ekolojik yuvanın] olduğu bölgede, 15-20 katlı apartmanların gölgesinde, —binaların kendisini belki hiçbir şekilde göremedikleri hatta kaldırım taşlarının yüksekliğinde adım atamadıkları— bir kentsel doku içinde yürüyerek bu okula geliyorlar. Karşılaştıkları şey, gelirken tecrübe ettiklerine zıt, tamamen kendi ölçeklerinde, topraktan aldığını çatısında kullanarak, aldığını vermeyi hedefleyen bir okul yapısı… Özgürlük veren, algı dünyasına göre şekillenmiş derslikleri, içerideki ve açık oyun alanlarından oluşan bir anaokulu…
“Yirmi yıldır bu işi yapıyorum” diyen gencecik yuva müdürü güneş enerjisini elektriğe çevirdiklerini, yağmur suyunu depoladıklarını anlatıyor tatlı tatlı. Çatı bahçeleri, çocukların yetiştirdikleri marullar, pazılar böyle sulanıyormuş. Yuva, ‘ekolojik yuva’ tanımının hakkını verecek derecede az enerji ve su tüketiyormuş. Buraya gelen çocuklar geleceğe çoğumuzdan daha iyi hazırlanıyor. O yaştan gri su kavramını, sürdürülebilirliği öğrenmişler.
…Sürdürülebilirlik, bugünün koşullarında mimarinin ayrılmaz bir parçası. Sürdürülebilirlik kavramı, bir yaşam modeli olarak mimari ile buluştuğu zaman gerçek bir anlam ifade eder. Bu kavram, anaokulu projesi eğitim sisteminde de aynı ilkeler üzerine geliştirildiği için değerli bir karşılık bulmaktadır…
Bütün dünyada çocuklar iklim için okul boykotunda. Kendilerine yaşanabilir bir dünya bırakılmasını talep ediyorlar. İstanbul’da Bebek Parkı’nda yapılan ‘iklim grevi’ne katılan çocuklardan biri anlatıyor; “Buraya gelirken fen bilgisi öğretmenime dedim ki ‘İklime destek vermek için bu Cuma okula gelmeyeceğim.’ Öğretmenim ‘İklim kim?’ dedi.”
“Panik olmanızı istiyorum” diyor Greta. Panik oluyoruz, en azından bir kısmımız. Diğer kısmın pek de umurunda değil. Doğal Hayatı Koruma Vakfı WWF-Türkiye’nin gala gecesine, “doğa dostu birkaç davetlinin kürk ceket ve etolüyle geldiği” haberi neredeyse şaşırtıcı bile değil. Durumu kavrayamamaktan çok aldırmazlığın işareti olsa gerek bu. Kendisinden başkasını ve sonrasını düşünememe hâlini gösteren sıradan bir durum. Kürk giyenlerin bunu doğal hayatla ilişkisini kuramadıklarından yaptıklarını sanmam. Ama işte kendini öyle ya da böyle gösterme arzusu etik davranmanın önüne geçebiliyor.
Ekolojik yuva, çalışanların kendini göstermek için çabalamadan şefkatle, tebessümle, özenle yaklaşarak kısıtlı imkânlarla harikalar yarattıkları bir yer. Yuvanın açılış törenini buldum YouTube’da. Seyredince, yuvaya giriş iznini yuva çalışanlarının değil, belediyenin vermesinin rahatsızlığı hafif geliyor. Gösteri yapan politikacıların başrol, çocukların figüran hâline getirildiği bir yuva açılışı yanında, bürokrasi nedir ki? Yoksa çok mu ilişkililer, ikisi de hiyerarşinin göstergesi mi; insanları önem, yetki, para, boy sırasına dizen bir düzenin ifadesi mi?
Bu düzen içinde uzun politik konuşmalarla, şatafatlı hikâyelerle, kahramanlık pozlarıyla, şıklık ve gösterişle anılma derdi insanları gererken, bugün dünya kendi geleceği için, sadeliği kucaklayan, hayatı sürdürülebilir kılan şefkatli ve özenli anti-kahramanlara daha çok ihtiyaç duyuyor aslında.
…Yabani yulaf tohumuna ellerimin bütün gücüyle asılıp kabuğundan kopardım, sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha kopardım, sonra pirelerin ısırdığı yerlerimi kaşıdım. Ool komik bir şey anlattı, derken dereye gidip su içtik, biraz da kertenkeleleri seyrettik, sonra oralarda biraz daha yulaf görmeyeyim mi… diye devam eden bir macerayı şöyle gerçekten sürükleyici bir hikâye hâline getirmek hiç kolay değil. —Mızrağımı o kıllı, devasa gövdeye sapladım; o sırada canavar Oob’u kocaman dişlerinden birine geçirmiş havada savuruyor. Oob avaz avaz haykırarak kıvranıyor, kanı kıpkızıl yağmur gibi üstümüze boşanıyordu, neyse ki şaşmaz okumla mamutu tam gözünden vurdum, beyni dağılınca hayvan devrildi, Boob da onun altında kalıp un ufak oldu— gibi bir anlatıyla karşılaştırılamaz, klasmana bile girmez…*
Peki biz büyük prodüksiyonlarla gözlerimiz kamaşmadan heyecanlanmaya, daha küçük, daha mütevazı, daha sade ama sürdürülebilir hayatlara, açık alanda ısıtıcılarla gökyüzünü ısıtmadan oturmaya, lodosu klimasız ve ilaçsız atlatmaya gerçekten hazır mıyız?